28 Mart 2018 Çarşamba

Alanya Ultra Maraton 2018 - Keykubat Dağ Koşusu 21 Km

YÖRÜKLERİN GÜCÜ ADINA
Alanya Ultra’ nın 5 km beni yormaz ama kendimi ultra maraton koşmak için hazır hissetmiyorum diyenleri 21 km’ lik Keykubat Dağ Koşusu etabına davet etmesi bu etabı seçmemde etkili oldu. Keykubat Dağ Koşusu - 21 km etabının büyüklerinin yani “ Alanya Ultra Trail - 66 km ve Taurus Dağ Maratonu - 45 km “ ’ lerin yanında sessiz kalmasını istemediğim ve önümüzdeki sene katılmayı düşünenler için de bir fikir oluşturabilmesi için koşumu rapordan ziyade hatırat şeklinde paylaşmak istedim.
Taşınması zorunlu malzeme listesinin az olması bir avantaj hatta spor ayakkabı zorunlu tek malzeme denilenebilir. Yarış başlangıç saati diğer yarışlara göre daha geç olduğu için hazırlanmak için ziyadesi ile vaktiniz oluyor. 21 Km etabından önce başlayan yarışları görünce keşke 45 km etabına başvursaydım diye düşünüp, yarış başlayıp önümüze çıkan ilk patikada Alaiye Halk Koşusu - 4 km etabına da katılabilirdim çelişkilerim 21 Km nin azımsanacak bir parkur olmadığını hatırlattı. Muz bahçelerinden geçerken dev yaprakların arasında kendimi adeta bir film sahnesindeymişim gibi hissettim. Portakalları, kara dutu, çeşit çeşit çiçekleri görünce kollarımı rüzgara doğru açıp çocuklar gibi yokuş aşağı sevinç içinde koşmaya başladım. Alanya’ nın muhteşem kokusunu derin derin soludum; portakal ve limon ağaçları, yasemin, hanımeli çiçekleri, mor salkımlar mis gibiydi sanki Alanya’ nın her yerine esans dökmüşler.
Dağı tırmanıp düzlüğe ulaştığımda sanki göğsüm yerinden fırlayacakmış gibi onu ellerim ile korumaya çalıştım; göğsümden kabaran hıçkırıklarım ile birlikte göz yaşlarım sümüklerime, ağlamalarım kahkahalarıma karıştığında manzara beni sakinleştirdi; yükseltinin 600 mt’ ye ulaştığı Hıdırellez Tepesi muhteşem bir parkurda yarıştığımızı iyicene gözler önüne seriyordu. Tırmanışlarda zorlanırken Alanya Ultra’ nın 'Yörüklerin İzinde Torosların Zirvesine' sloganını tekrarlamak güç verdi; sen bir yörüksün hadi kızım dedim ve çıktım. Tepede kayalıklarda kıpır kıpır hareketli keçiler ile karşılaşınca onları örnek aldım, yeşillik yiyince canlanmaya da başladım; gelincik şerbeti oluyor niye gelincik yenmesin diye düşünüp gelinciklerin de tadına baktım yalnız papatyalar acıydı. Yeterli sıvı tüketemediğim ve çok terleyip sıvı kaybettiğim için dehidrasyon sonucu bir anda tuz yeme isteği geldi, yanımda tuzlu yiyeceğim de olmadığı için tuzlu kolumu yalayıp kendi tuzum ile vücudumda suyun tutulmasına yardımcı olduğumu düşündüm. Sonuçta yörükler kendi temel ihtiyaçlarını kendi çözümleri ile karşılarlar; ben de bu yarışta bir yörüksem doğru yoldayım deyip yoluma devam ettim.
Bitmeyen bir inişi katettikten sonra Cleopatra Plajına doğru geldiğimde denizin kokusu, dalgaların sesi, köpük köpük hali neşelendirdi ve yarışı tamamlayınca denize girmek için kendime söz verdim. Havanın hafif yağışlı olması kumların daha basılabilir olması açısından faydalı oldu. İşaretleri görememe - kaybetme korkusunu yaşamadım, yol beni götürüyordu. Alanya Kalesini uzaktan görüyordum ama ona ulaşmak o kadar kolay değildi, kumsal yürüyüşünden sonra son acıları patiklarda yaşamak gerekiyordu. Yarışta yanımdan hızlıca geçen birini aradan çok zaman geçmesine rağmen yakaladığımı, geçtiğimi düşündüğüm kişilerin ise önüme geçmeleri adeta hayat ile ilgili ders verir nitelikte. Uzaktan gördüğüm kişinin benim yanıma gelme mesafesi kadar kendime dinlenme süresi vermiştim ama seçtiğim kişi Erkek Genel Liste’ de 66 km yi birincilik ile tamamlayan Dmityr Mityaev’ miş. Onu görmem ve gözden kaybetmem arasındaki süreyi tanımlayacak yegane cümle      “ rüzgar gibi geçti “ olur sanırım.
Geçtiğim yerlerde aklım kaldı, keşke buraya daha sonra da gelip mor salkımların altında manzarayı seyre dalsam dedim ama yarıştan sonra aynı yollar gözümde büyüdüğü için teleferik ile tepeye çıkıp iniş yapmak daha iyi oldu; parkuru o kadar beğendim ki teleferik ile tepeden de belli noktalarını görmek istedim. Zorlu yerlerde, parkuru belirleyen Ahmet Arslan’ a kızarken parkura hayranlığım galebe çaldı. Bir parkur ki içinde her şey var; dağ, deniz, orman, patika, tarihi yollar, muz bahçeleri, kale, tersane, surlar, kule.
Yarışın ertesi günü yağan yağmura rağmen sözümü tutup denize girdim. Eğlenceli, ilaç gibi gelen bir hafta sonu tatili oldu. Yerli yabancı profesyonel spocular ile aynı yarışta olmak, böyle güzel bir parkurda koşmak, bu kadar emek verilen bir organizasyon biter bitmez önümüzdeki senenin hayalini kurmak organizasyonun, genç ve dinamik gönüllülerin başarısıdır.
Yarış bitirme süresinin diğer yarışlara göre uzun olmasının sebebi, şehri tam tur dolaşıp güzelliklerini keşfetmek isteyenlere de fırsat tanımasıdır, buna rağmen antrenmansız katılabilecek bir parkur kesinlikle değil. Alanya sen ne kadar güzel kokan bir şehirmişsin ve ben de ne kadar keçiymişim. Ahmet Arslan’ a da boş yere Dağların Arslanı denmiyormuş, anladım. Güzel memleketsin Türkiye, kıymetini bilmeyenler utansın!



Alanya Ultra Trail, 24 Mart 2018






23 Şubat 2018 Cuma


POKUT MASALI

Soyumuzda bilmediğimiz büyüklerimiz belki Karadeniz’ lidir diye heyecan ile pek çok kişi gibi ben de e-devletten alt-üst soy sorgulaması yaptım; çıkan alt-üst soy belgesinde Karadeniz ile ilgili kendime çıkarım yapabileceğim tek şey büyük büyük babaannemin adının Fındık çıkması oldu, sonuçta fındık ta Karadeniz’ de yetiştiğine göre dolaylı da olsa bir bağ kurdum.
Görmediğimiz hatta eş durumlarından dolayı bilinmeyen diyarları kendimize memleket belliyorsak, bir yere bağlanmak oralı hissetmek için de orada doğmak gerekmez, bu diyarlar da benim coğrafyam doğmadığım memleketim dedim. Karadeniz ile tanışıp şehire dönen çoğu kişi gibi uzun süre etkisinden çıkamadım; bir aşığın sevdiğinin fotoğrafını yanında taşıması gibi taşıyorum yanımda fotoğraflarını, işe gidiş yolumda, gece yatmadan önce fotoğraflarına bakıyorum, okşuyorum, öpüyorum.
Oralı insanları tanımaya çalışıyorum, hepsi benim için bir masal kahramı oldu; kendime onların içinde olduğu ama bilmedikleri bir masal dünyası yarattım. Oralardan ayrı benim şehirde ne işim var, niye ayrıyız diye gün içerisinde hep düşünüyorum. Karadeniz ile ilgili yazılmış şarkıları dinliyorum, ağlıyorum. Memleket hasreti çekiyorum, tulum sesi hasretimi perçinliyor; tulum uzun zaman birbirini göremeyen, sevip kavuşamayanların enstrümanı, sanki gurbetteyim ait olduğum yerlere kavuşamıyorum ve tulum da bunu dile getirip içimi sızlatıyor.
Pokut nezdinde oralar benim coğrafyam; Pokut bir masal mekanından çok daha fazlası masalın ta kendisi; arzu mekanım, masal diyarım, evim “ Pokut ”. Oraların verdiği çoşku ile kendimi attığım yerlerden bir zamanlar insanların meşakkatli ama şenlikli yayla yolculuklarını düşlerim. Pokut’ un sırtından bulut denizinde ki gün batımını izlerken sihirli fasulye masalındaki çocuğun, tohum büyüyünce sırık fasulyesine tırmanıp bulutları aştığı gibi benim de masal diyarına bu şekilde ulaştığım sansırına kapılıyorum. Doğanın kendisi o kadar muhteşem ki zaten aşk havası var; içimden taşan duygulara kendimi bırakıyorum ve rahmetli Kazım Koyuncu’nun bir röportajında dediği aklıma geliyor; *“ Türkiye' de en çok doğa ile iç içe olan toplum bizim Karadeniz toplumu; doğa ile kurdukları ilişki çok farklı. Mesela çok aşk şarkısı gibi duran şarkılar var ama bir ceviz ağacına ya da ineğe yapmış olabilir o şarkıyı, ki nitekim öyle şarkılar var, dinlediğin zaman sanıyorsun ki aşktan ölüyor. Genel bir aşk hali söz konusu gerçekten oksijeni bol bir yer. Ormanı ve suyu bol bir memleket. İnsanların birçok ihtiyacı aşktan sonra geliyor. Aç kalmamalıyız şüphesiz ama aşksız hiç kalmamalıyız. “  Bu sözlerde yağmur veya kırağı sonrası su damlacıkları ile süslenen bir bitkiye ve örümcek ağına, kırmızı minik mantara, bulut denizine, derenin şelalenin suyuna, patikalara hissettiğim pastoral aşkı buluyorum. Rüya gibi bir manzaraya uyanıp karşı yaylaya ve dağlara günaydın demeye, durduk yere sevinç çığlıkları atmaya, yaylanın ortasına sıra sıra dizilmiş evlerin çatılardan koşarak bulut denizine balıklama atlama hayaline hep aşk sebep oluyor.
Defnedilmeyi istenilen yeri söylemeyi anlayamazdım ama tutku duydugun topraklar ile bütünleşmeyi düşünmek garip bir haz veriyormuş, sevmek yetmiyor toprağına karışmak istiyormuşsun; her yerinden hayat fışkıran bir yerde aklıma bunların gelmesi bu coğrafyadan hiç ayrılmak istemeyeşimden kaynaklanıyor. Sanki ait olduğum yer burası da yaşadığım yerde zorla kalıyorum.
Adını her duyuşumda gülümsememe sebebiyet veren, yerimde durduramayacak enerji verip nefes aldıran, tutku duyduğum bu yerler hep ama hep aynı kalsın.


*“NAZAN ÖZCAN Kazım Koyuncu röportajı






1 Şubat 2018 Perşembe


SUSEM

Sülalemizin yani Holstein Friesian’ ların anavatanından çıkıp Amerika’ ya geliş hikayesi, yaklaşık bir asır önce okyanusu geçen bir Hollanda gemisinde tayfaların süt ihtiyacını karşılayan büyük büyük annemizin süt veriminden memnun olan ithalatçının kararı ile başlar. Bizler evcilleştirilmiş memeli hayvanlarız, ineğiz. Ben Amerikan Holstein kısaca holştayn sizler beni saf siyah-beyaz alaca olarak ta bilirsiniz. Ben ise Amerika’ dan gemi ile Mersin’ e, Mersin’ den Konya' ya, Konya’ dan Çamlıhemşin’ e kamyon ile geldim. Hemşin yaylaları ve benim için yeni bir dönem başlamıştı.
Alçak arazi şartlarından çıkıp bulutların ülkesi Hemşin yaylalarına gelişim ise dört kadının inadı, azmi ve tutkusu sayesinde gerçekleşti. Bu dört kadının üçü kız kardeş, biri de en büyüklerinin kızıdır. Şehirden köylerine göç etmeyi kafalarına koyan, ailenin erkeklerini peşlerinden sürekleyen, köy ve yayla kütürünün, köylülüğün sönümlenmesine karşı biz buradayız diyen, kültürlerini koruyup sahip çıkan, gıda üretmek için çabalayan emek veren, toprağı işleyen, arkadaşlarımın ve diğer canlıların da yaşam alanı için savaşım veren doğdukları coğrafyanın karakterize ettiği kadınlardır.
 Bir inek olarak çok yol katettiğim için korkup sinirlenmiştim; insanlar ve yeni arkadaşlarım ile tanışmak istemedim, bir süre kimseyi yanıma yaklaştırmadım. Kadınlarım benim ile tanışıp kaynaşmak için sabırsızlanıyorlardı, yanıma gelip okşayıp severken evine hoşgeldin Susem dediler, hiçbirine sırnaşmadım hatta saldırganlaştım sonra tek tek gelmeye başladılar, hepsi uzun uzun yaylalarını, bulut denizlerini, yayla çiçeklerini anlattıp durdular. Ekmeklerinin sürekliliğini ahırdan kazanan bu kadınlar, belirli genetik niteliklere sahip yapım sayesinde günde ortalama yirmi beş ila otuz beş kilogram arasında süt verme oranım sebebi ile beni ta nerelerden çağırmışlardı ama ben onları yanıma bile yaklaştırmıyordum. Gidip gelip okşayıp konuştular, rahatlatmaya çalıştılar sonunda birbirimize ısınmaya başladık. Benim bakımım, beslenmem, barınmam hepsinin hayatının odak noktasıydı, bütün planlarını bana göre ayarlıyorlardı. Bu kadınlar benim savunucularım dedim.
Buraya geliş yolunda vedalaştığım arkadaşlarımı düşündüm, bir sağım döneminde süt seviyelerinin artması için gezmeleri engellenip, kapalı alanlarda boyunlarından bağlanıp en basit hareketi bile yapamayacaklardı, yeni doğan süt yavruları ile bağ oluşturmalarına izin verilmeden çoğunun yavruları ilk on iki saat içerisinde alınacaktı. Yavrularımızdan bizi hemen koparan, gün ışığı göremeyip karalıklara mahkum eden, anormal bir şekilde hızlıca büyümeye zorlayan ve bizi sadece süt makinesi gibi gören hayvan yetiştiricilerinin acımasız sistemlerine karşıydı benim kadınlarım.
Boylarımız diğer akrabalarımıza nazaran daha uzun olduğu için engebeli coğrafyada zamanla hüner gösterdim. Soğuk şartlara dayanıklılığımız olduğu için havasını da sevdim, özgürce geziyor, sıçrıyor ve koşuyordum. Sis bulutunun içinde kaldığım zaman çan sesimden beni tanıyan kadınlarımın sevinç seslerini duyuyordum, salt varlığım onlar için mutluluk kaynağıydı. Emek veren, üreten, korumaya çalışan kadınlarım benim.
Sütçü beden yapımız gereği memelerimiz şişkin ve büyüktür, belirgin süt damarları vardır. Mastitis yani meme iltihabı olduğumda memelerime kimseyi dokundurtmuyordum, iyileşmem için memelerimde süt birikmemesi gerektiğini öğrenmişlerdi ve her ne pahasına olursa olsun yanıma yaklaşmaktan çekinmiyorlar, zorlu şartlar ile yaylaya getirtebildikleri ilaçları bana vermeye çalışıyorlardı. Yayla şartlarında her zaman veteriner gelemediği için çoğu şeyi okuyup, deneyimleyip öğrenmişlerdi. Tedavisi zor ve masraflı olan hastalığım için seferber olup hastalığım sırasında gerçekleşen süt kayıplarından ziyade kendi canlarıymışcasına benim için dertleniyorlardı. Kadınlardan birinin gördüğü rüya sıkıntılarını perçinlemişti, Rüyasında “ ineklerin etrafta yiyebileceği bir yeşillik kalmadığını ve süt verebilmeleri için temini zor olan şeffaf uzun bir poşette otlardan oluşan bir yiyecek sipariş ettiklerini ve yemeye hazır hale gelmesi için törensel bir şekilde hazırladıklarını, bir yandan da ineklerin süt verememesi, süt verebilmesi için böyle zahmet çekmelerine kederlendiklerini yani hem ekolojik olarak ineklerin yaşam döngülerinin tükenmesine hem de dişil karşılıklarının yaşadıkları sıkıntılara kadın kadına hüzünlendiklerini ” görmüştü. Meme iltihabım sırasında meme başlarım açık olduğu için kapabileceğim başka hastalıklardan korkup, zorlu sağımlardan sonra bir saat ayakta kalabilmem için yanımdan ayrılmayıp benim ile sohbet ediyorlardı. Kendime dokundurtmadığım bir gün süt sağma makinesi ile geldiler, her yolu deniyor yılmıyorlardı mücadeleci kadınlarım.
Kendi sonlarını hızladırdıklarının, gezegeni mahvettiklerinin farkında olmayan insanların giderken arkalarından bıraktıkları plastikleri yiyecek sanıp yediğim bir gün hastalanmıştım da ne üzülüp, sinirlenmişlerdi. Böyle insanlara, doğaya zarar veren yapılaşmalara, yollara, yaylaların kullanım hakkının sermaye gruplarına verilmesine karşıdır benim kadınlarım.
Yaylacılık kültürünü devam ettirebilen, besleyici gıda üretmek için çabalayan bir avuç insan sayesinde yaylalarda özgürce gezebilen şanslı arkadaşlarım da var. Bu kadınlar hepimizin hayatını değiştiremeyeceklerini biliyorlar ama bu onları yıldırmıyor; ellerinden geldiğince, güçleri yettiğince çabalayıp direniyor benim kadinlarim. Kendi köyünü, yaylasını ve hayatlarına dahil ettikleri insanları tahakküm edenlere boyun eğmemeleri için teşvik edip, doğanın sömürülmemesi için savaşan, dokundukları hayatlar ile daha da güçlenen köylü kadınlarım benim. Bizleri ait olduğumuz yerlerden alıkoyacak olan yaylaları birbirine bağlamayı amaçlayan, adına yeşil yol denilen rant projesine karşı bu yaylalarda arkadaşlarımın ve benim özgürce gezmemiz, yaylalarda ki safi varlığımızı devam ettirebilmek için çabalamaları doğa talanına karşı duruşlarıdır, tepkileridir. Bizlerin ve kendilerinin hayat olduğunu bilen, yılmayan bilge köylü kadınlarımın güçlü duruşu sayesinde olmamız gereken yerde, köyümüzde yaylamızdayız.




9 Ekim 2017 Pazartesi

POKUT SEZON KAPANIŞI

Güz zamanlarımı görmedin, gel dedi.
İkiletmedim geldim.
Sen bizde hep güneşli bir yazsın ama bizi bir de sonbaharda gör dedi.
İkiletmedim geldim.
Seni her halinle severim demekle olmaz, gel gör dedi.
İkiletmedim geldim.
Ta içimden söylüyorum seni her mevsiminle seviyorum yaylam.


09Ekim2017 Pokut,Çamlıhemşin-RİZE







22 Eylül 2017 Cuma

KAÇKAR ULTRA MARATONU 2017- 46K (+2000m)

KENDİLİĞİNDEN YEŞİL BİR PARKUR
    
Kayıt olduğumda tutkun olduğum coğrafyada daha fazla vakit geçirebileceğim, görmediğim yerleri görebileceğim için parkur olarak 15km’ yi değil de 46km’ yi seçmiştim. Çevremde birkaç arkadaşımı da benim ile birlikte koşabilmeleri için ikna etmeye çalıştıysam da başarılı olamadım. Parkurun uzunluğunun yanında irtifa farkından, su geçişlerinden, ormanın derinliklerinden çekindiler. Beni ise cezbeden şeyler bunlardı; muhteşem yaylalarda, gizemli patikalarda, yaşlı ormanların ürpertici derinliklerinde, eşsiz zirvelerde fazladan zaman geçirebilmek. Parkuru düşlemek bile heyecan sebebimdi. Bike Geçkinli’ nin geçen sene ki fotoğraflarını da görünce “ Şimdi değilse ne zaman Mine? ” dedim ve halk arasında kırk altı rakamı ile özdeşleşen unvanı almama sebep olacak olan Kaçkar Dağları’ nda düzenlenen kırk altı kilometrelik eşsiz bir dağ maratonuna kayıt oldum.
Yüzüyor, bisiklete biniyordum ama 46km koşacağımın ciddiyetine yarış zamanı yaklaştıkça vardım. O parkurda koştuğumu hayal etmek bile çok güzeldi. Kendime şöyle diyordum “Sen hep koştun zaten; otobüse yetişmek için, metrobüste birkaç insanın önüne geçip yer kapmak için, yürüyen merdivende beklememek için, okul yıllarında gezmelerin uzadığında eve geç kalmamak için aslında hep koştun.” Hayatımda sürüncemede kalan, belirsizliklerin beni boğduğu, gerçek benden uzaklaştığımı hissettiğim her durumdan sıyrılma kararlarımı hep yürüyüş sonlarında almıştım. Beni boğan saplantılı düşüncelerimden yürüyerek arınıyorsam, koşarak çok daha fazlasını mı bulacaktım? Yürümek hayata bir övgü ise eğer, koşmak ne anlamlar barındıracak diye meraklanıyordum. Geçen sene ki yarış yorumlarını da okuyunca, hele ki sisin basması ile kimsenin kimseyi görmediği, sadece şaşkınlık seslerinden birbirlerine yakın olduklarını, uzun süre yalnız koştuklarını söylemeleri heyecanıma heyecan kattı. Organizasyonu düzenleyen Elena Polyakova ve Alper Dalkılıç hazırlık sürecimde her soruma sabırla cevap verdi. Finishte onların beni karşılayacağını bilmek güven verdi.
Kurumsal bir firmanın orta halli bir çalışanı olarak zorunlu malzemelerimi tamamlamak, yol-konaklama gibi bedeller için ortalama bir maaşımı harcamıştım. Yarıştan önceki son antremanımda yeni ayakkabılarımı denedim; ayakkabılar vurup ayaklarım su toplayınca korkumdan 2,5 numara büyük başka bir ayakkabı daha aldım. İçimdeki müziğe kulak verip dağ maratonuna hazırlanıyordum, bu yüzden aldığım hiçbir şey gözüme fazla gelmedi. Koşumu, içindeki müziği unutan Alzheimer Hastaları için de bir faydaya çevirip, hastalara gençlik dönemlerinden hatırlayıp, mırıldanabilecekleri şarkılar çalarak hem şarkı söylemelerini hem de dans etmelerini sağlayan, alternatif bir tedavi yöntemi olan müzik terapi bedellerinin karşılanabilmesi için gerçekleştirmek istedim. İçimizdeki müzik hiç dinmesin, şarkılarımızı hep söyleyelim istedim.
Yarışa bir hafta kala başka bir şey düşünemez olmuştum. Sırtımda, dizimde, ayak bileğimde hayali ağrılar varmış gibi hissediyor, ağrımayan yerlerimi kendimce koruma altına alıp ağrı kesici kremler sürdüm.  Yarış öncesi okuduğum Aykut Çelikbaş’ ın “Ultra Kitap”’ın dan teknikler öğrendim.  Örneğin ayağımı vazelinleyip, ayakkabının vurduğu yerlere yara bandı takmak, yanımıza alacaklarımızı yarıştan önce aklımıza geldikçe not edip çantamıza koymayı unutmamak gibi detaylar. Yapacağım her şeyi not aldım ve bavulumun dışında bir çanta daha hazırladım. 16 Eylül Cumartesi sabahı 07.30’ da ki yarış için 15 Eylül Cuma gecesi gitmek olaylara biraz daha heyecan kattı. Trabzon havaalanında bavulları beklerken yürüyen bantın durduğunu, bavul bekleyen başka kimsenin kalmadığını ve bir bavulumun çıkmadığını anladığım an havalanında yankılanan bir çığlık attım. Görevli eşliğinde kayıp çantamı ararken, el çantamdan nüfus cüzdanımı düşürüp kaybettim ve tüm bunları yaşarken malzeme, nüfus cüzdanı eksikliğinden dolayı yarışmaya katılamadan diskalifiye olacağım üzüntüsü ile Elena Polyakova’ yı aradım; saat kaç olursa olsun otele varınca onu aramamı, eksik malzemeler için kendisinin yardımcı olacağını söylemesi beni sakinleştirdi. Bir görevli elinde nüfus cüzdanım ile transfer aracına doğru geldi ve Ayder’ e doğru yol almaya başladım. Sevinince, üzülünce aradığım dostlarımı o saatte aradım ve biraz sakinleştim. Kendime geldikçe çantalara koyduğum malzemelerimi hatırladım. Kayıp olan çantamda kitapta okuduğum yanıma alırsam faydalı olacağı söylenen malzemeler ve sağlık belgem vardı. Belgeyi bir şekilde zaten ulaştırabileceğim için iyicene sakinlemiştim. İstanbul havaalanından sabaha doğru çantam gelecekti, Trabzon havaalanından çantayı Ardeşen’e giden araçlara vermelerini, Ardeşen araçlarından durdukları yerdeki petrol ofisine çantayı bırakmalarını, petrol ofisinden göndereceğim taksiye çantamı emanet etmelerini rica ede ede çantama ertesi gün ulaştım. Otele vardığımda saat 02:00’ ydi, yarış için 05:00’ te kalkıp hazırlandım. İlk defa kullanacağım sırt su çantama suyu doldurdum ve bavulumu almak için eğildiğimde bütün su üstüme ve bavuluma döküldü. Suyu seven bir insan olduğum için gece yaşadıklarımdan sonra bunu dert etmedim. 3 saatlik bir uyku ve gece yaşanılan strese rağmen yarış başlangıç noktasına gelebildiğim için gerçekten şaşkın bir haldeydim. Tanışmak istediğim sporcuları orada görmenin mutluluğu, insanların güzel enerjisi, tulumun sesi, derenin çağlaması artık yarış için beni canlandırmıştı.
Geri sayım başlayıp start verildiğinde zorunlu malzemelerden olan yağmurluğumu havanın çok sıcak olması sebebi ile ne yapacağımı bilemeyip elimde sallayarak yarışa en son başlayıp, yarışı sonda bitiren bir yarışmacı olarak bu yazdıklarım rapor niteliğinden çok anı yazısı oldu. Yarış 200 metre koştuktan sonra çık çık çık bitmeyen, yaklaşık irtifa 1971 m civarı olan Pokut tırmanışı ile başladı. Pokut yaylasına araba ile çıktığımda yaşamadığım yükseklik korkusunu yaşamaya başlamıştım. Sen ki 2700 m yükseklikten paraşütle atladın, ne oluyor sana yükseklik fobisi mi edinmeye başladın, kendine gel diyordum. Yukarıya doğru çıktıkça atmosfer basıncı düştüğü için nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Son antremanlarımı deniz seviyesinde yaptığım için yol boyunca kendime kızdım, gece yaşadığım olayın da etkisi ile göğsümden kabaran bir hıçkırık yükseldi; kendi durumum ile etrafımdakileri rahatsız etmemek için hıçkırıklarımı yuttum. Bu durumu atlatınca artık gözyaşlarım kahkahalarım ile birleşti. Pokut yaylasını çıkarken, sen keyfin için çıkıyorsun insanlar zamanında erzakları, hayvanları ile bu meşakkatli yollardan geçmişler, “ haydi silkelen ve çık Pokut’ a ” dedim. Yarıştan birkaç gün önce gördüğüm bir fotoğraf yüzünden çok sinirlenmiş ve üzülmüştüm. Muazzam gün batımını ve bulut denizini izlediğimiz yeri çöplüğe çevirip hiç acımamışlardı. İçim yanmıştı bu terbiyesizliğe, fütursuzluğa. Çıkmak isteyen böyle çıkmalı, bu zorluğu yaşamalı ki kıymetini bilmeli; bağlanmamalı yaylalar birbirine adı yeşil denilen bir yol ile dedim. Pokut’ a çıktığımda, evime çok zor geldim ama her şeye değersin dedim. Ağlattı güzelliği, sonra o gördüğüm fotoğrafta ki gibi olacak korkusu ile içim acıdı. Pokut’ ta parkurun evim bellediğim Plato’ da Mola’ nın yakınından geçmesi sanki Pokut tırmanışı yapmamışım, yarışa yeni başlayacakmışım gibi beni tazelendirdi. Pokut yolu boyunca birlikte ilerlediğim bir yol arkadaşım vardı; sen bayağı buralıymışsın hiç söylemiyorsun, fotoğrafını çekeyim sevdiklerin ile dedi. İyi ki de çekmiş, çok güzel bir hatıra bıraktı bana. Bu arada Pokut yaylası eylül ortası olmasına rağmen muazzam, günlük güneşlik bir manzara ile bizleri kucakladı. Yol arkadaşım Pokut’ tan sonra bir anda hızlandı ve kendisini finishe kadar hiç görmedim.
Pokut’ tan sonra tek başınalığım ve Hazindak Yaylası’n dan Palovit’ e kadar in in in bitmeyen bir parkur başlamıştı. Önümdeki gruba da yetişmek için on saat telefonuma hiç bakmayıp fotoğraf çekmemiştim sadece anın tadını çıkararak ilerledim. Sona kaldığım için bir yandan da kontrol noktalarında bana yiyecek-içecek kalmış mıdır diye düşünmeden de edemiyordum. Yanımda yiyecek taşımasam bile olurmuş, kontrol noktasındakiler ziyadesiyle yetermiş, gerçi zorunlu olarak taşımak gerekiyordu. Hazindak Yaylası yolu boyunca Özlem Tekin’ in “Dağları Deldim” şarkısını yüksek sesle dağlara doğru söylemek çok keyifliydi. Hazindak yolunda her gördüğüm çeşme ve şelalenin tadını çıkardım. Tarihi patika yolunda düşmüş bir ağacın üzerinden emeklerken, acaba doğru mu gidiyorum diye ürperirken etap işaretlerini görmek güven vericiydi. Ormanın içinden geçerken bir ses duydum; bastonu ile yaşlı bir amca otlara vurarak kendine yol açıp yürüyordu ve  kimdir o diye seslendi. Benim ben, koşuyorum diye yanıtladım. Haydi koş, gitti seninkiler, sonunculuğu kimseye kaptırma diye uğurladı beni. Büyük siyah bir hayvan pisliği görünce ayı olabileceğini düşünüp sese gelmez diye bir süre düdük öttüre öttüre ilerledim. Beni yolcu eden arkadaşlarımla ayı yemezse geleceğim diye nüktedan bir şekilde şakalaşırken yoksa gerçeğe mi dönüşecek diye düşünmeden edemedim.
Sanki bir ressam resim yaparken fırçasındaki fazlalığı püskürtmüş gibi; yemyeşil dağların arasına sonbaharın sarısı, kırmızısı ve turuncusu serpiştirilmişti. Bu renk geçişlerini, ağaçların toprağın yüzüne çıkan köklerini, damarlarını görmek, kuş sesleri ve buz gibi sular ile ilerlemek ne harika bir ultramaraton parkurunda olduğumu önüme seriyordu. Tepeden akan bir suyu kaya kesiyordu ve su aşağıya bir duş başlığından akıyormuş gibi düşüyordu. Suya baktım ve gel dedi; duş alıp yoluma devam ettim.
Palovit’ e varıyorum; şimdi de arnavut kaldırımlı git git git bitmeyen bir parkur beni bekliyordu. Yolda birkaç araç korna ile destek verince doğanın büyüsünden ayılıp yarışıyor olduğumun farkına vardım. Bu yola vardığımda yarışın bitmesine 1,5 saat vardı ve ambulans yarışı çoğunluğun bitirdiğini ve benim ambulansa binip sonlandırabileceğimi söyledi. Kendimi iyi hissettiğimi devam edeceğimi söyledim; aradan zaman geçti ambulans iki kere daha geldi. Herkesin yorgun olduğunu ve benim bitirmemi beklediklerini düşünerek koşmaya devam ettim; bu yarış sırasında üzerimde bir baskı hissetmeme sebep oldu. Ambulansı gönderdim çünkü zamanım bitmemişti ve kendimi iyi hissettiğime göre devam edecektim.
Bu dağları seviyorsan hakkını vermelisin diyordum; dağları tavaf ettim. Ayağımın altı su topladı, su çantamdan omzum tutuldu, bacaklarım morardı. Hissettiğim her acı, ağrı yaşadığım güzellikleri anımsattığı için değerli. İlk ultramaraton deneyimimden çok keyif aldım. Tutkun olduğum coğrafyada fazladan zaman geçirip görmediğim güzellikleri görmek istiyordum; fiziksel, zihinsel limitlerimi zorladım ve istikrarlı bir şekilde sonda başlayıp yarışı sonda bitirip isteğimi gerçekleştirdim. Fırtına deresinin buz gibi suyunda yorgun bedenimi canlandırdım, ilaç gibi geldi. Bu parkurlar hep zorluklar ile aşılsın, yol alınsın ki değeri daha da bilinsin. Başka yola gerek yokmuş, gördüm koştum bildim.

                                                                                                         

Kaçkar Ultra Maratonu 
16 Eylül 2017







31 Ağustos 2017 Perşembe

Her yerde yanımda; dünyam🌍 

Nasıl ki bir aşık taşıyorsa sevgilisinin fotoğrafını yanında; öyle taşırım fotoğrafını yanımda.

Pokut' a ithafen: Engin Denizlere de gelsem, içim artık hep Bulut Denizi⛅🌊


                               31Ağustos2017 Palamutbükü,Datça-Muğla 

Taş Kalp - Kalp Taşı

Kalbim taşa mı döndü?
Taş kalpli mi oldum?
Seversen ' taş olursun taş ' dediler de, taşa mı döndüm?
Taşları, betonları yararak fışkırıyorsa yeşillikler; kalbimi yararak fışkıracak bir hayat ta var demek ki...

31Ağustos2017 Palamutbükü,Datça-Muğla 00:20

                                               Knidos Antik Kenti - Datça