POKUT MASALI
Soyumuzda bilmediğimiz büyüklerimiz belki Karadeniz’ lidir
diye heyecan ile pek çok kişi gibi ben de e-devletten alt-üst soy sorgulaması
yaptım; çıkan alt-üst soy belgesinde Karadeniz ile ilgili kendime çıkarım
yapabileceğim tek şey büyük büyük babaannemin adının Fındık çıkması oldu,
sonuçta fındık ta Karadeniz’ de yetiştiğine göre dolaylı da olsa bir bağ
kurdum.
Görmediğimiz hatta eş durumlarından dolayı bilinmeyen
diyarları kendimize memleket belliyorsak, bir yere bağlanmak oralı hissetmek
için de orada doğmak gerekmez, bu diyarlar da benim coğrafyam doğmadığım
memleketim dedim. Karadeniz ile tanışıp şehire dönen çoğu kişi gibi uzun süre
etkisinden çıkamadım; bir aşığın sevdiğinin fotoğrafını yanında taşıması gibi
taşıyorum yanımda fotoğraflarını, işe gidiş yolumda, gece yatmadan önce fotoğraflarına
bakıyorum, okşuyorum, öpüyorum.
Oralı insanları tanımaya çalışıyorum, hepsi benim için bir
masal kahramı oldu; kendime onların içinde olduğu ama bilmedikleri bir masal
dünyası yarattım. Oralardan ayrı benim şehirde ne işim var, niye ayrıyız diye gün
içerisinde hep düşünüyorum. Karadeniz ile ilgili yazılmış şarkıları dinliyorum,
ağlıyorum. Memleket hasreti çekiyorum, tulum sesi hasretimi perçinliyor; tulum uzun
zaman birbirini göremeyen, sevip kavuşamayanların enstrümanı, sanki gurbetteyim
ait olduğum yerlere kavuşamıyorum ve tulum da bunu dile getirip içimi
sızlatıyor.
Pokut nezdinde oralar benim coğrafyam; Pokut bir
masal mekanından çok daha fazlası masalın ta kendisi; arzu mekanım, masal
diyarım, evim “ Pokut ”. Oraların verdiği çoşku ile kendimi attığım yerlerden
bir zamanlar insanların meşakkatli ama şenlikli yayla yolculuklarını düşlerim. Pokut’
un sırtından bulut denizinde ki gün batımını izlerken sihirli fasulye masalındaki
çocuğun, tohum büyüyünce sırık fasulyesine tırmanıp bulutları aştığı gibi benim
de masal diyarına bu şekilde ulaştığım sansırına kapılıyorum. Doğanın kendisi o kadar muhteşem ki zaten aşk havası var;
içimden taşan duygulara kendimi bırakıyorum ve rahmetli Kazım Koyuncu’nun bir
röportajında dediği aklıma geliyor; *“ Türkiye' de en çok doğa ile iç içe olan toplum
bizim Karadeniz toplumu; doğa ile kurdukları ilişki çok farklı. Mesela çok aşk
şarkısı gibi duran şarkılar var ama bir ceviz ağacına ya da ineğe yapmış
olabilir o şarkıyı, ki nitekim öyle şarkılar var, dinlediğin zaman sanıyorsun
ki aşktan ölüyor. Genel bir aşk hali söz konusu gerçekten oksijeni bol bir yer.
Ormanı ve suyu bol bir memleket. İnsanların birçok ihtiyacı aşktan sonra
geliyor. Aç kalmamalıyız şüphesiz ama aşksız hiç kalmamalıyız. “ Bu sözlerde yağmur veya kırağı sonrası su
damlacıkları ile süslenen bir bitkiye ve örümcek ağına, kırmızı minik mantara,
bulut denizine, derenin şelalenin suyuna, patikalara hissettiğim pastoral aşkı
buluyorum. Rüya gibi bir manzaraya uyanıp karşı yaylaya ve dağlara günaydın
demeye, durduk yere sevinç çığlıkları atmaya, yaylanın ortasına sıra sıra
dizilmiş evlerin çatılardan koşarak bulut denizine balıklama atlama hayaline
hep aşk sebep oluyor.
Defnedilmeyi istenilen yeri söylemeyi anlayamazdım
ama tutku duydugun topraklar ile bütünleşmeyi düşünmek garip bir haz veriyormuş,
sevmek yetmiyor toprağına karışmak istiyormuşsun; her yerinden hayat fışkıran
bir yerde aklıma bunların gelmesi bu coğrafyadan hiç ayrılmak istemeyeşimden kaynaklanıyor.
Sanki ait olduğum yer burası da yaşadığım yerde zorla kalıyorum.
Adını her duyuşumda gülümsememe sebebiyet veren,
yerimde durduramayacak enerji verip nefes aldıran, tutku duyduğum bu yerler hep
ama hep aynı kalsın.