9 Ekim 2017 Pazartesi

POKUT SEZON KAPANIŞI

Güz zamanlarımı görmedin, gel dedi.
İkiletmedim geldim.
Sen bizde hep güneşli bir yazsın ama bizi bir de sonbaharda gör dedi.
İkiletmedim geldim.
Seni her halinle severim demekle olmaz, gel gör dedi.
İkiletmedim geldim.
Ta içimden söylüyorum seni her mevsiminle seviyorum yaylam.


09Ekim2017 Pokut,Çamlıhemşin-RİZE







22 Eylül 2017 Cuma

KAÇKAR ULTRA MARATONU 2017- 46K (+2000m)

KENDİLİĞİNDEN YEŞİL BİR PARKUR
    
Kayıt olduğumda tutkun olduğum coğrafyada daha fazla vakit geçirebileceğim, görmediğim yerleri görebileceğim için parkur olarak 15km’ yi değil de 46km’ yi seçmiştim. Çevremde birkaç arkadaşımı da benim ile birlikte koşabilmeleri için ikna etmeye çalıştıysam da başarılı olamadım. Parkurun uzunluğunun yanında irtifa farkından, su geçişlerinden, ormanın derinliklerinden çekindiler. Beni ise cezbeden şeyler bunlardı; muhteşem yaylalarda, gizemli patikalarda, yaşlı ormanların ürpertici derinliklerinde, eşsiz zirvelerde fazladan zaman geçirebilmek. Parkuru düşlemek bile heyecan sebebimdi. Bike Geçkinli’ nin geçen sene ki fotoğraflarını da görünce “ Şimdi değilse ne zaman Mine? ” dedim ve halk arasında kırk altı rakamı ile özdeşleşen unvanı almama sebep olacak olan Kaçkar Dağları’ nda düzenlenen kırk altı kilometrelik eşsiz bir dağ maratonuna kayıt oldum.
Yüzüyor, bisiklete biniyordum ama 46km koşacağımın ciddiyetine yarış zamanı yaklaştıkça vardım. O parkurda koştuğumu hayal etmek bile çok güzeldi. Kendime şöyle diyordum “Sen hep koştun zaten; otobüse yetişmek için, metrobüste birkaç insanın önüne geçip yer kapmak için, yürüyen merdivende beklememek için, okul yıllarında gezmelerin uzadığında eve geç kalmamak için aslında hep koştun.” Hayatımda sürüncemede kalan, belirsizliklerin beni boğduğu, gerçek benden uzaklaştığımı hissettiğim her durumdan sıyrılma kararlarımı hep yürüyüş sonlarında almıştım. Beni boğan saplantılı düşüncelerimden yürüyerek arınıyorsam, koşarak çok daha fazlasını mı bulacaktım? Yürümek hayata bir övgü ise eğer, koşmak ne anlamlar barındıracak diye meraklanıyordum. Geçen sene ki yarış yorumlarını da okuyunca, hele ki sisin basması ile kimsenin kimseyi görmediği, sadece şaşkınlık seslerinden birbirlerine yakın olduklarını, uzun süre yalnız koştuklarını söylemeleri heyecanıma heyecan kattı. Organizasyonu düzenleyen Elena Polyakova ve Alper Dalkılıç hazırlık sürecimde her soruma sabırla cevap verdi. Finishte onların beni karşılayacağını bilmek güven verdi.
Kurumsal bir firmanın orta halli bir çalışanı olarak zorunlu malzemelerimi tamamlamak, yol-konaklama gibi bedeller için ortalama bir maaşımı harcamıştım. Yarıştan önceki son antremanımda yeni ayakkabılarımı denedim; ayakkabılar vurup ayaklarım su toplayınca korkumdan 2,5 numara büyük başka bir ayakkabı daha aldım. İçimdeki müziğe kulak verip dağ maratonuna hazırlanıyordum, bu yüzden aldığım hiçbir şey gözüme fazla gelmedi. Koşumu, içindeki müziği unutan Alzheimer Hastaları için de bir faydaya çevirip, hastalara gençlik dönemlerinden hatırlayıp, mırıldanabilecekleri şarkılar çalarak hem şarkı söylemelerini hem de dans etmelerini sağlayan, alternatif bir tedavi yöntemi olan müzik terapi bedellerinin karşılanabilmesi için gerçekleştirmek istedim. İçimizdeki müzik hiç dinmesin, şarkılarımızı hep söyleyelim istedim.
Yarışa bir hafta kala başka bir şey düşünemez olmuştum. Sırtımda, dizimde, ayak bileğimde hayali ağrılar varmış gibi hissediyor, ağrımayan yerlerimi kendimce koruma altına alıp ağrı kesici kremler sürdüm.  Yarış öncesi okuduğum Aykut Çelikbaş’ ın “Ultra Kitap”’ın dan teknikler öğrendim.  Örneğin ayağımı vazelinleyip, ayakkabının vurduğu yerlere yara bandı takmak, yanımıza alacaklarımızı yarıştan önce aklımıza geldikçe not edip çantamıza koymayı unutmamak gibi detaylar. Yapacağım her şeyi not aldım ve bavulumun dışında bir çanta daha hazırladım. 16 Eylül Cumartesi sabahı 07.30’ da ki yarış için 15 Eylül Cuma gecesi gitmek olaylara biraz daha heyecan kattı. Trabzon havaalanında bavulları beklerken yürüyen bantın durduğunu, bavul bekleyen başka kimsenin kalmadığını ve bir bavulumun çıkmadığını anladığım an havalanında yankılanan bir çığlık attım. Görevli eşliğinde kayıp çantamı ararken, el çantamdan nüfus cüzdanımı düşürüp kaybettim ve tüm bunları yaşarken malzeme, nüfus cüzdanı eksikliğinden dolayı yarışmaya katılamadan diskalifiye olacağım üzüntüsü ile Elena Polyakova’ yı aradım; saat kaç olursa olsun otele varınca onu aramamı, eksik malzemeler için kendisinin yardımcı olacağını söylemesi beni sakinleştirdi. Bir görevli elinde nüfus cüzdanım ile transfer aracına doğru geldi ve Ayder’ e doğru yol almaya başladım. Sevinince, üzülünce aradığım dostlarımı o saatte aradım ve biraz sakinleştim. Kendime geldikçe çantalara koyduğum malzemelerimi hatırladım. Kayıp olan çantamda kitapta okuduğum yanıma alırsam faydalı olacağı söylenen malzemeler ve sağlık belgem vardı. Belgeyi bir şekilde zaten ulaştırabileceğim için iyicene sakinlemiştim. İstanbul havaalanından sabaha doğru çantam gelecekti, Trabzon havaalanından çantayı Ardeşen’e giden araçlara vermelerini, Ardeşen araçlarından durdukları yerdeki petrol ofisine çantayı bırakmalarını, petrol ofisinden göndereceğim taksiye çantamı emanet etmelerini rica ede ede çantama ertesi gün ulaştım. Otele vardığımda saat 02:00’ ydi, yarış için 05:00’ te kalkıp hazırlandım. İlk defa kullanacağım sırt su çantama suyu doldurdum ve bavulumu almak için eğildiğimde bütün su üstüme ve bavuluma döküldü. Suyu seven bir insan olduğum için gece yaşadıklarımdan sonra bunu dert etmedim. 3 saatlik bir uyku ve gece yaşanılan strese rağmen yarış başlangıç noktasına gelebildiğim için gerçekten şaşkın bir haldeydim. Tanışmak istediğim sporcuları orada görmenin mutluluğu, insanların güzel enerjisi, tulumun sesi, derenin çağlaması artık yarış için beni canlandırmıştı.
Geri sayım başlayıp start verildiğinde zorunlu malzemelerden olan yağmurluğumu havanın çok sıcak olması sebebi ile ne yapacağımı bilemeyip elimde sallayarak yarışa en son başlayıp, yarışı sonda bitiren bir yarışmacı olarak bu yazdıklarım rapor niteliğinden çok anı yazısı oldu. Yarış 200 metre koştuktan sonra çık çık çık bitmeyen, yaklaşık irtifa 1971 m civarı olan Pokut tırmanışı ile başladı. Pokut yaylasına araba ile çıktığımda yaşamadığım yükseklik korkusunu yaşamaya başlamıştım. Sen ki 2700 m yükseklikten paraşütle atladın, ne oluyor sana yükseklik fobisi mi edinmeye başladın, kendine gel diyordum. Yukarıya doğru çıktıkça atmosfer basıncı düştüğü için nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Son antremanlarımı deniz seviyesinde yaptığım için yol boyunca kendime kızdım, gece yaşadığım olayın da etkisi ile göğsümden kabaran bir hıçkırık yükseldi; kendi durumum ile etrafımdakileri rahatsız etmemek için hıçkırıklarımı yuttum. Bu durumu atlatınca artık gözyaşlarım kahkahalarım ile birleşti. Pokut yaylasını çıkarken, sen keyfin için çıkıyorsun insanlar zamanında erzakları, hayvanları ile bu meşakkatli yollardan geçmişler, “ haydi silkelen ve çık Pokut’ a ” dedim. Yarıştan birkaç gün önce gördüğüm bir fotoğraf yüzünden çok sinirlenmiş ve üzülmüştüm. Muazzam gün batımını ve bulut denizini izlediğimiz yeri çöplüğe çevirip hiç acımamışlardı. İçim yanmıştı bu terbiyesizliğe, fütursuzluğa. Çıkmak isteyen böyle çıkmalı, bu zorluğu yaşamalı ki kıymetini bilmeli; bağlanmamalı yaylalar birbirine adı yeşil denilen bir yol ile dedim. Pokut’ a çıktığımda, evime çok zor geldim ama her şeye değersin dedim. Ağlattı güzelliği, sonra o gördüğüm fotoğrafta ki gibi olacak korkusu ile içim acıdı. Pokut’ ta parkurun evim bellediğim Plato’ da Mola’ nın yakınından geçmesi sanki Pokut tırmanışı yapmamışım, yarışa yeni başlayacakmışım gibi beni tazelendirdi. Pokut yolu boyunca birlikte ilerlediğim bir yol arkadaşım vardı; sen bayağı buralıymışsın hiç söylemiyorsun, fotoğrafını çekeyim sevdiklerin ile dedi. İyi ki de çekmiş, çok güzel bir hatıra bıraktı bana. Bu arada Pokut yaylası eylül ortası olmasına rağmen muazzam, günlük güneşlik bir manzara ile bizleri kucakladı. Yol arkadaşım Pokut’ tan sonra bir anda hızlandı ve kendisini finishe kadar hiç görmedim.
Pokut’ tan sonra tek başınalığım ve Hazindak Yaylası’n dan Palovit’ e kadar in in in bitmeyen bir parkur başlamıştı. Önümdeki gruba da yetişmek için on saat telefonuma hiç bakmayıp fotoğraf çekmemiştim sadece anın tadını çıkararak ilerledim. Sona kaldığım için bir yandan da kontrol noktalarında bana yiyecek-içecek kalmış mıdır diye düşünmeden de edemiyordum. Yanımda yiyecek taşımasam bile olurmuş, kontrol noktasındakiler ziyadesiyle yetermiş, gerçi zorunlu olarak taşımak gerekiyordu. Hazindak Yaylası yolu boyunca Özlem Tekin’ in “Dağları Deldim” şarkısını yüksek sesle dağlara doğru söylemek çok keyifliydi. Hazindak yolunda her gördüğüm çeşme ve şelalenin tadını çıkardım. Tarihi patika yolunda düşmüş bir ağacın üzerinden emeklerken, acaba doğru mu gidiyorum diye ürperirken etap işaretlerini görmek güven vericiydi. Ormanın içinden geçerken bir ses duydum; bastonu ile yaşlı bir amca otlara vurarak kendine yol açıp yürüyordu ve  kimdir o diye seslendi. Benim ben, koşuyorum diye yanıtladım. Haydi koş, gitti seninkiler, sonunculuğu kimseye kaptırma diye uğurladı beni. Büyük siyah bir hayvan pisliği görünce ayı olabileceğini düşünüp sese gelmez diye bir süre düdük öttüre öttüre ilerledim. Beni yolcu eden arkadaşlarımla ayı yemezse geleceğim diye nüktedan bir şekilde şakalaşırken yoksa gerçeğe mi dönüşecek diye düşünmeden edemedim.
Sanki bir ressam resim yaparken fırçasındaki fazlalığı püskürtmüş gibi; yemyeşil dağların arasına sonbaharın sarısı, kırmızısı ve turuncusu serpiştirilmişti. Bu renk geçişlerini, ağaçların toprağın yüzüne çıkan köklerini, damarlarını görmek, kuş sesleri ve buz gibi sular ile ilerlemek ne harika bir ultramaraton parkurunda olduğumu önüme seriyordu. Tepeden akan bir suyu kaya kesiyordu ve su aşağıya bir duş başlığından akıyormuş gibi düşüyordu. Suya baktım ve gel dedi; duş alıp yoluma devam ettim.
Palovit’ e varıyorum; şimdi de arnavut kaldırımlı git git git bitmeyen bir parkur beni bekliyordu. Yolda birkaç araç korna ile destek verince doğanın büyüsünden ayılıp yarışıyor olduğumun farkına vardım. Bu yola vardığımda yarışın bitmesine 1,5 saat vardı ve ambulans yarışı çoğunluğun bitirdiğini ve benim ambulansa binip sonlandırabileceğimi söyledi. Kendimi iyi hissettiğimi devam edeceğimi söyledim; aradan zaman geçti ambulans iki kere daha geldi. Herkesin yorgun olduğunu ve benim bitirmemi beklediklerini düşünerek koşmaya devam ettim; bu yarış sırasında üzerimde bir baskı hissetmeme sebep oldu. Ambulansı gönderdim çünkü zamanım bitmemişti ve kendimi iyi hissettiğime göre devam edecektim.
Bu dağları seviyorsan hakkını vermelisin diyordum; dağları tavaf ettim. Ayağımın altı su topladı, su çantamdan omzum tutuldu, bacaklarım morardı. Hissettiğim her acı, ağrı yaşadığım güzellikleri anımsattığı için değerli. İlk ultramaraton deneyimimden çok keyif aldım. Tutkun olduğum coğrafyada fazladan zaman geçirip görmediğim güzellikleri görmek istiyordum; fiziksel, zihinsel limitlerimi zorladım ve istikrarlı bir şekilde sonda başlayıp yarışı sonda bitirip isteğimi gerçekleştirdim. Fırtına deresinin buz gibi suyunda yorgun bedenimi canlandırdım, ilaç gibi geldi. Bu parkurlar hep zorluklar ile aşılsın, yol alınsın ki değeri daha da bilinsin. Başka yola gerek yokmuş, gördüm koştum bildim.

                                                                                                         

Kaçkar Ultra Maratonu 
16 Eylül 2017







31 Ağustos 2017 Perşembe

Her yerde yanımda; dünyam🌍 

Nasıl ki bir aşık taşıyorsa sevgilisinin fotoğrafını yanında; öyle taşırım fotoğrafını yanımda.

Pokut' a ithafen: Engin Denizlere de gelsem, içim artık hep Bulut Denizi⛅🌊


                               31Ağustos2017 Palamutbükü,Datça-Muğla 

Taş Kalp - Kalp Taşı

Kalbim taşa mı döndü?
Taş kalpli mi oldum?
Seversen ' taş olursun taş ' dediler de, taşa mı döndüm?
Taşları, betonları yararak fışkırıyorsa yeşillikler; kalbimi yararak fışkıracak bir hayat ta var demek ki...

31Ağustos2017 Palamutbükü,Datça-Muğla 00:20

                                               Knidos Antik Kenti - Datça

2 Temmuz 2017 Pazar

Pokut’ ta bir öğle uykusu rüyası ve şiiri

Yasemin Şişman ile teleferiğe binmişiz, teleferikte giderken insanların fotoğrafını çekiyorum. Bir enstantane yakalamışım; insanlar fotoğraf makinemi alıp o pozu silmek için peşimizden geliyorlar, onlardan kaçmaya çalışıyoruz. Görünürde her şey çok güzel, düzen sorunsuz işliyor ve insanlar mutlu gözüküyorlar. Bu yerde fotoğraf çekmek ve onlara verilen sınırların dışında bir şeyler yapmak yasakmış. Ben bu insanları fotoğrafımı silmemeleri için şu şekilde ikna etmeye çalışıyorum “ Nasıl ki birisine yazılan şiir, öykü yazılan kişiye değil de yazana ait ise aynı şekilde fotoğrafta, çekilenin değil çeken kişinindir. “ diyorum. Fotoğrafımı onlardan kaçırmayı başarıyorum. Bu olaydan sonra ateşin başında birkaç insan ile birlikte özgür gözüküp aslında özgür olmayan bu insanları konuşuyoruz.

**Rüyamdan sonra sadece çay toplamak için kullanıldığını sandığım teleferiğe, Yasemin bana sürpriz yaparak bizim de bineceğimizi söylüyor. 
*** Pokut’ un Çamaşırları şiirinin sonunda vurguladığım “ İstanbul çamaşırlarına özgür olmadıklarını söylemesek özgür olmadıklarını bilirler mi? “ kısmı bu rüyadan etkilenip şekillendi.

Pokut’ un Çamaşırları

Çamaşırların da özgürü olur mu demeyin.
Dağlara doğru özgürce uçuş uçuş kuruyan çamaşırlar var bu diyarlarda.
Yaylaya kol kola dizilmiş; kuş cıvıltıları, inek çanları ile kuruyan rengarenk çamaşırlar…
Odalarda kalorifer peteklerinde kurumaya zorlanmayan özgür çamaşırlar…
Çamaşır asıp toplarken göz hizasının binalarca kesilmediği, dağların doruklarına, ufka bakarak asılan toplanan derinlik katan çamaşırlar…
İstanbul çamaşırlarına özgür olmadıklarını söylemesek özgür olmadıklarını bilirler mi?

04Temmuz2017 06:30 Pokut,Çamlıhemşin-RİZE






23 Haziran 2017 Cuma

30 + 1’ de Bu Diyarlara Doğdum

Ben bugün bu vadiye, bu coğrafyaya doğdum.
Hani insan doğduğu yeri seçemezdi.
Seçtim işte!
Ben bugün buraya doğdum.


23Haziran2017 İstanbul-Rize yollarında 



                                             Pokut,Çamlıhemşin-RİZE

22 Nisan 2017 Cumartesi

KARMAKARIŞIK SAÇLAR

Bir insanın fiziksel özelliklerine bakınca dikkat çeken, onu tanımlamaya yardımcı olan kısımları vardır; beni de sadece fiziksel özelliklerim ile tanımlamaya çalışan birisinin sayacağı kısımların başında gelir kıvırcık saçlarım. Lise yıllarımda bir arkadaşımın yazdığı  “kıvırcık saçlarım kadar karışık ” olduğumu anlatan şiirini bugün bile anımsamak hoşuma gider.
Babaannem bende güzel bulduğu fiziksel özellikler için kendisine, beğenmediği özelliklerim için de aynı anasına çekmiş der. Saçlarımı aynı benim saçlarım diye sevip, gün içerisinde birden fazla görüşmüş olsak bile saçlarımın onun saçlarına benzediğini yineler durur. Saç rengimi değiştirdiğimde bile aynı benim saçlarım demesini devam ettirir; gençlik yıllarında kestirip, bir kağıdın arasında sakladığı saçlarını saklamam için bana emanet etti. Çocukken beni anneme benzetmelerini beklerdim ama kıvırcık saçlı bir babanın kıvırcık saçlı bir kızı olarak aynı babası, babasına çekmiş ne çok benziyor babasına cümlelerini işitirdim ve anneme benzemek erkek kardeşime ait bir olguydu. Annemin saçlarımı ilk kesmesinden sonra düz çıkmaya başlaması ile “ ne yaptım çocuğun saçlarına “ diye üzülmesine sebep olmuş saçlarım; daha sonra orta okul yıllarımda tekrar kıvırcıklaşmaya başladılar ve hala fikrini değiştirmediler, kıvırcık bir şekilde var olmaya devam ediyorlar.
Girdiğim yeni ortamlarda saçlarım insanlar ile iletişim kurmamı hızlandıran bir araçtı; büluğ çağımda beğenmediğim diğer fiziksel özelliklerimi bile gölgelemeye yetiyorlardı. Saçlarımı çok kısaltmadan belli bir boyda kullanırım yıllar yılı; bir anda saç kestirme dürtüsü geldi ve bu istek öyle bir şeydi ki eğer kuaföre gitmeseydim dayanamayıp kendim kesecektim. Hiç kimsenin beklemediği şekilde kısa bir boy istediğim için bu sefer kuaföre gitmeye karar verdim; randevu için aradığımda - on altı yıldır saçlarımı kestirmiyorum o yüzden biraz heyecanlıyım, kusura bakmayın – dediğimde karşı taraftan uzun müddet ses gelmeyince, korkmayın masal kahramanı Rapunzel değilim arada kendim kesiyorum diye açıklama yapmıştım. Kuaförden, saçımın bir tarafını kazıyıp ensemi açık kalacak şekilde kısaltılmasını istediğimde, kesmeden önce emin misin diye sordu. Ailemin kadınları bu kesim işini abartmadan kısa kestirebileceğimi telkin ediyorlardı ama bir dürtü geldi ve engel olmadım.
Kadınların saçları ile ilgili böyle radikal değişiklikleri bir bunalım sonucu yaptıklarını ve iyi olup olmadığımı soran kişilere de sinirleniyordum; hayatımın bir döneminde de böyle olmak istemiştim, güzel ya da çirkin görünüp görünmeyeceğimi önemsemeden, bu kavramlara takılmadan hareket etmek istedim. Evlendikten sonra kestirseydin deyip, zaten evlenmedin bu şekilde hiç evlenemezsin alt mesajını iletenlere boş gözler ile baktım. Sonucu önemsemeden benim bir özelliğim olan saçlarımı kestirmiştim; sonuçtan herkesten çok ben memnun oldum, önemli olan da buydu.
Dünya üzerinde yüz otuz beş kentte sekiz milyondan fazla insana temas etmiş olan “ *Karanlıkta Diyalog ” deneyimimde, kapkaranlık bir alanda görme engelli bir insan ile paylaştığım bir buçuk saatlik an gözlerimi açtı; karşısında nasıl oturduğum, ne giydiğim, nasıl göründüğüm ile ilgilenmeyen; saçım, burnum, dişim, görünüşüm umurunda olmayan ön yargı oluşturmayan birisi ile sadece ben olduğum için sohbet edebilmek iletişebilmek keyifliydi. Kapkaranlık bir ortamda görme dışındaki duyularım bana yol gösterici oldu; hiçbir fiziksel özelliğim ön yargı ya da artı puan şeklinde algılanmayıp, diyalog kurabilmek için sadece insani değerlerime, kültürüme, içtenliğime, safi ben olmaya kendimi teslim etmem yetti. Saçlarımı bir dürtü şeklinde kestirmemin sebebi bunalım ya da depresyon değil, etiketler yaftalamalar ve hoşgörüsüzlükler arasında bir diyalog kurma çabamdan kaynaklanmaktadır; güzellik çirkinlik ya da başı açıklık kapalılık gibi zihinsel gerilik göstergesi kavramlarımız yerine yeni yollar bulmak gerektiğinin savunucusu olarak, dikkat çekici bir parçam olmadan da ben benim demek istememdir.
Mor sarı yeşil turuncu, uzun kısa, rastalı kazıtılmış, başı örtülü örtüsüz. Biz nasıl istiyorsak öyle! Bu yazı, kıvırcık saçları kadar karışık olan bu şahsın saçma sapan saç baş mevzuları sürüp giderken kökü sende üzülme, nasıl olsa uzar diyenlere köprü kurabilmemiz için dıştan çoktan içe yönelmenin gerekliliğine ve saç kesme hikayemin bana temas etmiş olan “ Karanlıkta Diyalog ” deneyimine dayandığına dair uzun uzadıya beyanıdır.


* Karanlıkta Diyalog Sergisi, İstanbul Social Enterprise tarafından Aralık 2013' te İstanbul' da kapılarını açtı. Görme engelli rehberler, dokunarak, koklayarak, duyarak yeni ve farklı bir biçimde görmenizi sağlayarak sizi unutulmaz bir yolculuğa çıkartıyor. 




DÜDÜKLÜ  TENCERE

Kimseyi dinlemedim. Aldım aldım aldım. Kimseyi dinlemedim. Sattım sattım sattım. Çılgınlar gibi maaşımı eşya alıp biriktirmeye adamıştım. Bir ay neredeyse sadece bir düdüklü tencere için çalışmıştım. Elbette maaşımın hepsi değildi ama hayati ihtiyaçlarımı çıkardığımda kalan paramın tümünü eşyalara yatırıyordum. Teyzemin o dönem düdüklü tencere aldığım fiyata bulaşık makinesi aldığını düşünürsek, aile ve arkadaş ortamımda bir düdüklü tencereye o parayı verdiğim için yadırganmıştım.
İnsanlar sürekli yemek yapan biri olmadığım için bu düdüklü tencerenin içine her şeyi koyunca yemeğin hazır önüme geleceğini düşünüp almış olabileceğimi konuşuyorlardı. Herkes kendi evindeki düdüklü tenceresini bana över olmuştu. Biri en ilkel düdüklü tenceresinin bile iş gördüğünü, biri çocuklu ailesine bile dört litre tencerenin yettiğini benim sekiz litre ile ne yapacağımı, biri komşusunun ocakta yemeği varken düdüklü tenceresinin çıkartılabilir alarmı ile ona geldiğini benim tenceremde neden bu alarmın olmadığını, biri kullanmaya başlayacağım zaman daha iyilerinin çıkacağını konuştular da konuştular. Her almaya niyetlendiğimde annem beni vazgeçiriyordu. Evimizden uzak bir yerde oturan teyzemlere giderken yolda yine gördüm o düdüklü tencereyi. Bu sefer annemi dinlemedim aldım ve sonunda kavuştuk. Teyzemlerde seremoni ile düdüklü tenceremi açtık inceledik, kullanılacağı günü beklemek üzere geri paketledik. Eve getirmiştim düdüklü tenceremi. Annemin deyişi ile muradıma ermiştim. Birçok gereksiz ayrıntıyı düşünüp alıyordum. Bir ay boyunca çalışıp eşyaya maaşımı yatırmanın adı çeyizdi. Alma konusunda zirve yapıp buzdolabı bile almıştım. Neyse ki bir tartışma sonucunda acele ettiğimi algılayıp çok ta razı olmadan iade edebilmek için bayağı uğraş vermiştim. Annem bu şekilde eşya biriktirmemi istemiyor, ben ise onu dinlemiyordum.
Bu eşyaları birlikte kullanmayı düşündüğüm insan ile yollarımız kesişmeyince kullanmak istemedim. Bu kesişememe durumu sancılı bir süreçti. Mevlana’ nın istenilen bir şey olmuyorsa ya daha iyisi olacağı için ya da gerçekten de olmaması gerektiğini hatırlatması, Charles Bukowski’ nin kaybettiğini sandıkların, kurtulduklarındır belki demesi bana bu süreçte güç verdi. Canla başla çalışıp yığdığım eşyalardan şimdi kurtulma zamanıydı. Kendin aldın niye kullanmayacaksın, hem o düdüklü tencereyi nereden nerelere taşıdın, taşınırken bile düdüklü tencereni unutmadın, kendi emeğin ile çalışıp aldın tarzı konuşmalara konu olup yine düdüklü tencere gündemde kalmayı başarmıştı. Almamam için yapılan konuşmalar bu sefer satmamam için yapılmaya başlamıştı. Patlama ihtimalinden dolayı korkulan bir mutfak gereci olması sebebi ile çoğu kişinin alıp hemen kullanmaya başlayamadığı düdüklü tencere kelimenin tam anlamı ile elimde patlamıştı.
Eşyaların satılabildiği internet sitelerine bana göre yükte de ağır pahada da ağır eşyaları koyup satmaya başlamıştım. Alırken karşı olan annem şimdi satarken de karşıydı. Zaten en başından beri böyle eşya biriktirmenin anlamsızlığını yineliyordu. Bu deneyimi kendim yaşayıp görmem gerekiyormuş. Sattığım her eşya ile rahatlıyordum. Düdüklü tenceremi almak isteyen bir çocuğun yanına annem ile başımıza kötü bir olay gelirse, kendimizi ve düdüklü tenceremizi korumak adına hava yağmurlu olmamasına rağmen şemsiyelerimizi alıp gitmiştik. Kendimizi ve düdüklü tenceremizi şemsiyelerimiz ile koruyacaktık. Çocuğun annesi için düdüklü tencereyi aldığını, piyasa fiyatından daha uyguna verdiğim için kaçırmak istemediğini söylemesi içimi rahatlattı. Düdüklü tenceremi onun kıymetini, değerini bilen bir anne sahipleneceği için mutlu bile olmuştum. Elektrikli süpürgemi ise yılbaşı günü yeni yıla tam ayılamamışken öğleden önce sattım. Bir kadın aramıştı ve kocasının vereceğim adrese gelebileceğini söylüyordu. Yılbaşı sabahı bu kadar heyecan ile süpürgemi almak isteyen bir kadın ve kar kış demeden gelecek bir eşi varken bende çok pazarlık yapmadım, onu da sattım. Bu şekilde sattıkça hafifledim ve kalan diğer küçük parçalar da gözüme fazla gelmemeye başladı. Hem insanlar doğru söylüyordu, çalışıp almıştım o eşyaları, niye kullanmayacaktım. Annem, kuzenlerim ve arkadaşlarım ile ikili kalpli dondurma kaşıkları, ikili kahve fincanları, şekilli yumurtalıklar gibi çeyizimin en nadide parçalarını kullanırken şakalaşmaya bile başlamıştım. Kalpli aşk kaşığım ile yediğim dondurma ile o dönemlere gülümseyerek bakabiliyordum. Neticede kaşık kaşıktı, fincan fincandı. İhtiyaç varsa kullanılırdı, niye saklanılsındı. Aldığım nevresim ve çarşaf takımlarını üst üste koyduğumda neredeyse bacak boyum kadar oluyorlardı. Evlilik yılları benden bir yaş büyük olan annem ve babamın bile bu kadar çok nevresim ve çarşaf takımına ihtiyacı olmamıştır. Annem daha sonra o nevresimlerden perde bile dikti. Paketlerini açtığım her eşya da onları alırken büründüğüm eski ruh halimi hatırlıyor, paketleri açtıkça da rahatlıyordum.
Sattığım eşyaların paralarını biriktirip, üzerine biraz daha ekleyince kendime ilk yurtdışı seyehatini de hediye etmiş oldum. Gezerken coşup eğlendiğimde bu düdüklü tencere için, bu süpürge için, bu televizyon için deyip çeyiz paralarımı saçarken içimde kalan hüzün kırıntılarını da silkeliyordum.
Başkalarının tecrübelerinden yararlanmak sergileyebileceğim en akıllıca davranış olabilirdi ama kendim deneyimleyince çeyizini satan bilge aydınlanması yaşadım. Tek kişilik bir oyun oynamış, almış almış biriktirmiştim. Aldıklarım ile dedikleri gibi buradan köye yol olurmuş. Satarken ise kendime doğru bir yolculuk oldu. Böylelikle düdüklü tencerenin sebep olduğu tahribatı da gidermiş oldum ve düdüklü tencere deneyimleyebileceğim eşsiz yolculuklarımdan birinde bana eşlik etti, görevini tamamladı. Hayatlarımızda ki görevlerini tamamlayıp, asıl amaçlarını gerçekleştiren şeylerden ve bağımlılıklardan kurtulup özgürleşmek gerekiyormuş. Güle güle düdüklü tencerem. Başkalarını da aydınlat!

                      


                                                                                   
    Kayışdağı-İSTANBUL