KAÇKAR ULTRA MARATONU 2017- 46K (+2000m)
KENDİLİĞİNDEN
YEŞİL BİR PARKUR
Kayıt
olduğumda tutkun olduğum coğrafyada daha fazla vakit geçirebileceğim,
görmediğim yerleri görebileceğim için parkur olarak 15km’ yi değil de 46km’ yi
seçmiştim. Çevremde birkaç arkadaşımı da benim ile birlikte koşabilmeleri için
ikna etmeye çalıştıysam da başarılı olamadım. Parkurun uzunluğunun yanında
irtifa farkından, su geçişlerinden, ormanın derinliklerinden çekindiler. Beni
ise cezbeden şeyler bunlardı; muhteşem yaylalarda, gizemli patikalarda, yaşlı
ormanların ürpertici derinliklerinde, eşsiz zirvelerde fazladan zaman geçirebilmek.
Parkuru düşlemek bile heyecan sebebimdi. Bike Geçkinli’ nin geçen sene ki
fotoğraflarını da görünce “ Şimdi değilse ne zaman Mine? ” dedim ve halk
arasında kırk altı rakamı ile özdeşleşen unvanı almama sebep olacak olan Kaçkar
Dağları’ nda düzenlenen kırk altı kilometrelik eşsiz bir dağ maratonuna kayıt
oldum.
Yüzüyor,
bisiklete biniyordum ama 46km koşacağımın ciddiyetine yarış zamanı yaklaştıkça
vardım. O parkurda koştuğumu hayal etmek bile çok güzeldi. Kendime şöyle
diyordum “Sen hep koştun zaten; otobüse yetişmek için, metrobüste birkaç
insanın önüne geçip yer kapmak için, yürüyen merdivende beklememek için, okul
yıllarında gezmelerin uzadığında eve geç kalmamak için aslında hep koştun.”
Hayatımda sürüncemede kalan, belirsizliklerin beni boğduğu, gerçek benden
uzaklaştığımı hissettiğim her durumdan sıyrılma kararlarımı hep yürüyüş
sonlarında almıştım. Beni boğan saplantılı düşüncelerimden yürüyerek
arınıyorsam, koşarak çok daha fazlasını mı bulacaktım? Yürümek hayata bir övgü
ise eğer, koşmak ne anlamlar barındıracak diye meraklanıyordum. Geçen sene ki
yarış yorumlarını da okuyunca, hele ki sisin basması ile kimsenin kimseyi
görmediği, sadece şaşkınlık seslerinden birbirlerine yakın olduklarını, uzun
süre yalnız koştuklarını söylemeleri heyecanıma heyecan kattı. Organizasyonu
düzenleyen Elena Polyakova ve Alper Dalkılıç hazırlık sürecimde her soruma
sabırla cevap verdi. Finishte onların beni karşılayacağını bilmek güven verdi.
Kurumsal bir firmanın
orta halli bir çalışanı olarak zorunlu malzemelerimi tamamlamak, yol-konaklama
gibi bedeller için ortalama bir maaşımı harcamıştım. Yarıştan önceki son
antremanımda yeni ayakkabılarımı denedim; ayakkabılar vurup ayaklarım su
toplayınca korkumdan 2,5 numara büyük başka bir ayakkabı daha aldım. İçimdeki
müziğe kulak verip dağ maratonuna hazırlanıyordum, bu yüzden aldığım hiçbir şey
gözüme fazla gelmedi. Koşumu, içindeki müziği unutan Alzheimer Hastaları için
de bir faydaya çevirip, hastalara gençlik dönemlerinden hatırlayıp,
mırıldanabilecekleri şarkılar çalarak hem şarkı söylemelerini hem de dans
etmelerini sağlayan, alternatif bir tedavi yöntemi olan müzik terapi
bedellerinin karşılanabilmesi için gerçekleştirmek istedim. İçimizdeki müzik
hiç dinmesin, şarkılarımızı hep söyleyelim istedim.
Yarışa bir hafta kala
başka bir şey düşünemez olmuştum. Sırtımda, dizimde, ayak bileğimde hayali ağrılar
varmış gibi hissediyor, ağrımayan yerlerimi kendimce koruma altına alıp ağrı
kesici kremler sürdüm. Yarış öncesi
okuduğum Aykut Çelikbaş’ ın “Ultra Kitap”’ın dan teknikler öğrendim. Örneğin ayağımı vazelinleyip, ayakkabının
vurduğu yerlere yara bandı takmak, yanımıza alacaklarımızı yarıştan önce
aklımıza geldikçe not edip çantamıza koymayı unutmamak gibi detaylar. Yapacağım
her şeyi not aldım ve bavulumun dışında bir çanta daha hazırladım. 16 Eylül
Cumartesi sabahı 07.30’ da ki yarış için 15 Eylül Cuma gecesi gitmek olaylara
biraz daha heyecan kattı. Trabzon havaalanında bavulları beklerken yürüyen
bantın durduğunu, bavul bekleyen başka kimsenin kalmadığını ve bir bavulumun
çıkmadığını anladığım an havalanında yankılanan bir çığlık attım. Görevli eşliğinde
kayıp çantamı ararken, el çantamdan nüfus cüzdanımı düşürüp kaybettim ve tüm
bunları yaşarken malzeme, nüfus cüzdanı eksikliğinden dolayı yarışmaya katılamadan
diskalifiye olacağım üzüntüsü ile Elena Polyakova’ yı aradım; saat kaç olursa
olsun otele varınca onu aramamı, eksik malzemeler için kendisinin yardımcı
olacağını söylemesi beni sakinleştirdi. Bir görevli elinde nüfus cüzdanım ile
transfer aracına doğru geldi ve Ayder’ e doğru yol almaya başladım. Sevinince,
üzülünce aradığım dostlarımı o saatte aradım ve biraz sakinleştim. Kendime
geldikçe çantalara koyduğum malzemelerimi hatırladım. Kayıp olan çantamda kitapta
okuduğum yanıma alırsam faydalı olacağı söylenen malzemeler ve sağlık belgem
vardı. Belgeyi bir şekilde zaten ulaştırabileceğim için iyicene sakinlemiştim.
İstanbul havaalanından sabaha doğru çantam gelecekti, Trabzon havaalanından
çantayı Ardeşen’e giden araçlara vermelerini, Ardeşen araçlarından durdukları
yerdeki petrol ofisine çantayı bırakmalarını, petrol ofisinden göndereceğim
taksiye çantamı emanet etmelerini rica ede ede çantama ertesi gün ulaştım. Otele
vardığımda saat 02:00’ ydi, yarış için 05:00’ te kalkıp hazırlandım. İlk defa
kullanacağım sırt su çantama suyu doldurdum ve bavulumu almak için eğildiğimde
bütün su üstüme ve bavuluma döküldü. Suyu seven bir insan olduğum için gece
yaşadıklarımdan sonra bunu dert etmedim. 3 saatlik bir uyku ve gece yaşanılan
strese rağmen yarış başlangıç noktasına gelebildiğim için gerçekten şaşkın bir haldeydim.
Tanışmak istediğim sporcuları orada görmenin mutluluğu, insanların güzel
enerjisi, tulumun sesi, derenin çağlaması artık yarış için beni canlandırmıştı.
Geri sayım başlayıp
start verildiğinde zorunlu malzemelerden olan yağmurluğumu havanın çok sıcak
olması sebebi ile ne yapacağımı bilemeyip elimde sallayarak yarışa en son
başlayıp, yarışı sonda bitiren bir yarışmacı olarak bu yazdıklarım rapor
niteliğinden çok anı yazısı oldu. Yarış 200 metre koştuktan sonra çık çık çık
bitmeyen, yaklaşık irtifa 1971 m civarı olan Pokut tırmanışı ile başladı. Pokut
yaylasına araba ile çıktığımda yaşamadığım yükseklik korkusunu yaşamaya
başlamıştım. Sen ki 2700 m yükseklikten paraşütle atladın, ne oluyor sana
yükseklik fobisi mi edinmeye başladın, kendine gel diyordum. Yukarıya doğru
çıktıkça atmosfer basıncı düştüğü için nefes almakta zorlanmaya başlamıştım.
Son antremanlarımı deniz seviyesinde yaptığım için yol boyunca kendime kızdım,
gece yaşadığım olayın da etkisi ile göğsümden kabaran bir hıçkırık yükseldi; kendi
durumum ile etrafımdakileri rahatsız etmemek için hıçkırıklarımı yuttum. Bu
durumu atlatınca artık gözyaşlarım kahkahalarım ile birleşti. Pokut yaylasını
çıkarken, sen keyfin için çıkıyorsun insanlar zamanında erzakları, hayvanları
ile bu meşakkatli yollardan geçmişler, “ haydi silkelen ve çık Pokut’ a ”
dedim. Yarıştan birkaç gün önce gördüğüm bir fotoğraf yüzünden çok sinirlenmiş
ve üzülmüştüm. Muazzam gün batımını ve bulut denizini izlediğimiz yeri çöplüğe
çevirip hiç acımamışlardı. İçim yanmıştı bu terbiyesizliğe, fütursuzluğa.
Çıkmak isteyen böyle çıkmalı, bu zorluğu yaşamalı ki kıymetini bilmeli; bağlanmamalı
yaylalar birbirine adı yeşil denilen bir yol ile dedim. Pokut’ a çıktığımda,
evime çok zor geldim ama her şeye değersin dedim. Ağlattı güzelliği, sonra o
gördüğüm fotoğrafta ki gibi olacak korkusu ile içim acıdı. Pokut’ ta parkurun
evim bellediğim Plato’ da Mola’ nın yakınından geçmesi sanki Pokut tırmanışı
yapmamışım, yarışa yeni başlayacakmışım gibi beni tazelendirdi. Pokut yolu
boyunca birlikte ilerlediğim bir yol arkadaşım vardı; sen bayağı buralıymışsın hiç
söylemiyorsun, fotoğrafını çekeyim sevdiklerin ile dedi. İyi ki de çekmiş, çok
güzel bir hatıra bıraktı bana. Bu arada Pokut yaylası eylül ortası olmasına
rağmen muazzam, günlük güneşlik bir manzara ile bizleri kucakladı. Yol
arkadaşım Pokut’ tan sonra bir anda hızlandı ve kendisini finishe kadar hiç
görmedim.
Pokut’ tan sonra tek
başınalığım ve Hazindak Yaylası’n dan Palovit’ e kadar in in in bitmeyen bir
parkur başlamıştı. Önümdeki gruba da yetişmek için on saat telefonuma hiç
bakmayıp fotoğraf çekmemiştim sadece anın tadını çıkararak ilerledim. Sona
kaldığım için bir yandan da kontrol noktalarında bana yiyecek-içecek kalmış
mıdır diye düşünmeden de edemiyordum. Yanımda yiyecek taşımasam bile olurmuş, kontrol
noktasındakiler ziyadesiyle yetermiş, gerçi zorunlu olarak taşımak gerekiyordu.
Hazindak Yaylası yolu boyunca Özlem Tekin’ in “Dağları Deldim” şarkısını yüksek
sesle dağlara doğru söylemek çok keyifliydi. Hazindak yolunda her gördüğüm
çeşme ve şelalenin tadını çıkardım. Tarihi patika yolunda düşmüş bir ağacın
üzerinden emeklerken, acaba doğru mu gidiyorum diye ürperirken etap
işaretlerini görmek güven vericiydi. Ormanın içinden geçerken bir ses duydum;
bastonu ile yaşlı bir amca otlara vurarak kendine yol açıp yürüyordu ve kimdir o diye seslendi. Benim ben, koşuyorum
diye yanıtladım. Haydi koş, gitti seninkiler, sonunculuğu kimseye kaptırma diye
uğurladı beni. Büyük siyah bir hayvan pisliği görünce ayı olabileceğini düşünüp
sese gelmez diye bir süre düdük öttüre öttüre ilerledim. Beni yolcu eden arkadaşlarımla
ayı yemezse geleceğim diye nüktedan bir şekilde şakalaşırken yoksa gerçeğe mi
dönüşecek diye düşünmeden edemedim.
Sanki bir ressam resim yaparken
fırçasındaki fazlalığı püskürtmüş gibi; yemyeşil dağların arasına sonbaharın sarısı,
kırmızısı ve turuncusu serpiştirilmişti. Bu renk geçişlerini, ağaçların
toprağın yüzüne çıkan köklerini, damarlarını görmek, kuş sesleri ve buz gibi
sular ile ilerlemek ne harika bir ultramaraton parkurunda olduğumu önüme
seriyordu. Tepeden akan bir suyu kaya kesiyordu ve su aşağıya bir duş
başlığından akıyormuş gibi düşüyordu. Suya baktım ve gel dedi; duş alıp yoluma
devam ettim.
Palovit’ e varıyorum;
şimdi de arnavut kaldırımlı git git git bitmeyen bir parkur beni bekliyordu.
Yolda birkaç araç korna ile destek verince doğanın büyüsünden ayılıp yarışıyor
olduğumun farkına vardım. Bu yola vardığımda yarışın bitmesine 1,5 saat vardı
ve ambulans yarışı çoğunluğun bitirdiğini ve benim ambulansa binip sonlandırabileceğimi
söyledi. Kendimi iyi hissettiğimi devam edeceğimi söyledim; aradan zaman geçti
ambulans iki kere daha geldi. Herkesin yorgun olduğunu ve benim bitirmemi
beklediklerini düşünerek koşmaya devam ettim; bu yarış sırasında üzerimde bir
baskı hissetmeme sebep oldu. Ambulansı gönderdim çünkü zamanım bitmemişti ve
kendimi iyi hissettiğime göre devam edecektim.
Bu dağları seviyorsan
hakkını vermelisin diyordum; dağları tavaf ettim. Ayağımın altı su topladı, su
çantamdan omzum tutuldu, bacaklarım morardı. Hissettiğim her acı, ağrı
yaşadığım güzellikleri anımsattığı için değerli. İlk ultramaraton deneyimimden
çok keyif aldım. Tutkun olduğum coğrafyada fazladan zaman geçirip görmediğim
güzellikleri görmek istiyordum; fiziksel, zihinsel limitlerimi zorladım ve istikrarlı
bir şekilde sonda başlayıp yarışı sonda bitirip isteğimi gerçekleştirdim. Fırtına
deresinin buz gibi suyunda yorgun bedenimi canlandırdım, ilaç gibi geldi. Bu
parkurlar hep zorluklar ile aşılsın, yol alınsın ki değeri daha da bilinsin. Başka
yola gerek yokmuş, gördüm koştum bildim.
Kaçkar Ultra Maratonu
16 Eylül 2017