22 Eylül 2017 Cuma

KAÇKAR ULTRA MARATONU 2017- 46K (+2000m)

KENDİLİĞİNDEN YEŞİL BİR PARKUR
    
Kayıt olduğumda tutkun olduğum coğrafyada daha fazla vakit geçirebileceğim, görmediğim yerleri görebileceğim için parkur olarak 15km’ yi değil de 46km’ yi seçmiştim. Çevremde birkaç arkadaşımı da benim ile birlikte koşabilmeleri için ikna etmeye çalıştıysam da başarılı olamadım. Parkurun uzunluğunun yanında irtifa farkından, su geçişlerinden, ormanın derinliklerinden çekindiler. Beni ise cezbeden şeyler bunlardı; muhteşem yaylalarda, gizemli patikalarda, yaşlı ormanların ürpertici derinliklerinde, eşsiz zirvelerde fazladan zaman geçirebilmek. Parkuru düşlemek bile heyecan sebebimdi. Bike Geçkinli’ nin geçen sene ki fotoğraflarını da görünce “ Şimdi değilse ne zaman Mine? ” dedim ve halk arasında kırk altı rakamı ile özdeşleşen unvanı almama sebep olacak olan Kaçkar Dağları’ nda düzenlenen kırk altı kilometrelik eşsiz bir dağ maratonuna kayıt oldum.
Yüzüyor, bisiklete biniyordum ama 46km koşacağımın ciddiyetine yarış zamanı yaklaştıkça vardım. O parkurda koştuğumu hayal etmek bile çok güzeldi. Kendime şöyle diyordum “Sen hep koştun zaten; otobüse yetişmek için, metrobüste birkaç insanın önüne geçip yer kapmak için, yürüyen merdivende beklememek için, okul yıllarında gezmelerin uzadığında eve geç kalmamak için aslında hep koştun.” Hayatımda sürüncemede kalan, belirsizliklerin beni boğduğu, gerçek benden uzaklaştığımı hissettiğim her durumdan sıyrılma kararlarımı hep yürüyüş sonlarında almıştım. Beni boğan saplantılı düşüncelerimden yürüyerek arınıyorsam, koşarak çok daha fazlasını mı bulacaktım? Yürümek hayata bir övgü ise eğer, koşmak ne anlamlar barındıracak diye meraklanıyordum. Geçen sene ki yarış yorumlarını da okuyunca, hele ki sisin basması ile kimsenin kimseyi görmediği, sadece şaşkınlık seslerinden birbirlerine yakın olduklarını, uzun süre yalnız koştuklarını söylemeleri heyecanıma heyecan kattı. Organizasyonu düzenleyen Elena Polyakova ve Alper Dalkılıç hazırlık sürecimde her soruma sabırla cevap verdi. Finishte onların beni karşılayacağını bilmek güven verdi.
Kurumsal bir firmanın orta halli bir çalışanı olarak zorunlu malzemelerimi tamamlamak, yol-konaklama gibi bedeller için ortalama bir maaşımı harcamıştım. Yarıştan önceki son antremanımda yeni ayakkabılarımı denedim; ayakkabılar vurup ayaklarım su toplayınca korkumdan 2,5 numara büyük başka bir ayakkabı daha aldım. İçimdeki müziğe kulak verip dağ maratonuna hazırlanıyordum, bu yüzden aldığım hiçbir şey gözüme fazla gelmedi. Koşumu, içindeki müziği unutan Alzheimer Hastaları için de bir faydaya çevirip, hastalara gençlik dönemlerinden hatırlayıp, mırıldanabilecekleri şarkılar çalarak hem şarkı söylemelerini hem de dans etmelerini sağlayan, alternatif bir tedavi yöntemi olan müzik terapi bedellerinin karşılanabilmesi için gerçekleştirmek istedim. İçimizdeki müzik hiç dinmesin, şarkılarımızı hep söyleyelim istedim.
Yarışa bir hafta kala başka bir şey düşünemez olmuştum. Sırtımda, dizimde, ayak bileğimde hayali ağrılar varmış gibi hissediyor, ağrımayan yerlerimi kendimce koruma altına alıp ağrı kesici kremler sürdüm.  Yarış öncesi okuduğum Aykut Çelikbaş’ ın “Ultra Kitap”’ın dan teknikler öğrendim.  Örneğin ayağımı vazelinleyip, ayakkabının vurduğu yerlere yara bandı takmak, yanımıza alacaklarımızı yarıştan önce aklımıza geldikçe not edip çantamıza koymayı unutmamak gibi detaylar. Yapacağım her şeyi not aldım ve bavulumun dışında bir çanta daha hazırladım. 16 Eylül Cumartesi sabahı 07.30’ da ki yarış için 15 Eylül Cuma gecesi gitmek olaylara biraz daha heyecan kattı. Trabzon havaalanında bavulları beklerken yürüyen bantın durduğunu, bavul bekleyen başka kimsenin kalmadığını ve bir bavulumun çıkmadığını anladığım an havalanında yankılanan bir çığlık attım. Görevli eşliğinde kayıp çantamı ararken, el çantamdan nüfus cüzdanımı düşürüp kaybettim ve tüm bunları yaşarken malzeme, nüfus cüzdanı eksikliğinden dolayı yarışmaya katılamadan diskalifiye olacağım üzüntüsü ile Elena Polyakova’ yı aradım; saat kaç olursa olsun otele varınca onu aramamı, eksik malzemeler için kendisinin yardımcı olacağını söylemesi beni sakinleştirdi. Bir görevli elinde nüfus cüzdanım ile transfer aracına doğru geldi ve Ayder’ e doğru yol almaya başladım. Sevinince, üzülünce aradığım dostlarımı o saatte aradım ve biraz sakinleştim. Kendime geldikçe çantalara koyduğum malzemelerimi hatırladım. Kayıp olan çantamda kitapta okuduğum yanıma alırsam faydalı olacağı söylenen malzemeler ve sağlık belgem vardı. Belgeyi bir şekilde zaten ulaştırabileceğim için iyicene sakinlemiştim. İstanbul havaalanından sabaha doğru çantam gelecekti, Trabzon havaalanından çantayı Ardeşen’e giden araçlara vermelerini, Ardeşen araçlarından durdukları yerdeki petrol ofisine çantayı bırakmalarını, petrol ofisinden göndereceğim taksiye çantamı emanet etmelerini rica ede ede çantama ertesi gün ulaştım. Otele vardığımda saat 02:00’ ydi, yarış için 05:00’ te kalkıp hazırlandım. İlk defa kullanacağım sırt su çantama suyu doldurdum ve bavulumu almak için eğildiğimde bütün su üstüme ve bavuluma döküldü. Suyu seven bir insan olduğum için gece yaşadıklarımdan sonra bunu dert etmedim. 3 saatlik bir uyku ve gece yaşanılan strese rağmen yarış başlangıç noktasına gelebildiğim için gerçekten şaşkın bir haldeydim. Tanışmak istediğim sporcuları orada görmenin mutluluğu, insanların güzel enerjisi, tulumun sesi, derenin çağlaması artık yarış için beni canlandırmıştı.
Geri sayım başlayıp start verildiğinde zorunlu malzemelerden olan yağmurluğumu havanın çok sıcak olması sebebi ile ne yapacağımı bilemeyip elimde sallayarak yarışa en son başlayıp, yarışı sonda bitiren bir yarışmacı olarak bu yazdıklarım rapor niteliğinden çok anı yazısı oldu. Yarış 200 metre koştuktan sonra çık çık çık bitmeyen, yaklaşık irtifa 1971 m civarı olan Pokut tırmanışı ile başladı. Pokut yaylasına araba ile çıktığımda yaşamadığım yükseklik korkusunu yaşamaya başlamıştım. Sen ki 2700 m yükseklikten paraşütle atladın, ne oluyor sana yükseklik fobisi mi edinmeye başladın, kendine gel diyordum. Yukarıya doğru çıktıkça atmosfer basıncı düştüğü için nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Son antremanlarımı deniz seviyesinde yaptığım için yol boyunca kendime kızdım, gece yaşadığım olayın da etkisi ile göğsümden kabaran bir hıçkırık yükseldi; kendi durumum ile etrafımdakileri rahatsız etmemek için hıçkırıklarımı yuttum. Bu durumu atlatınca artık gözyaşlarım kahkahalarım ile birleşti. Pokut yaylasını çıkarken, sen keyfin için çıkıyorsun insanlar zamanında erzakları, hayvanları ile bu meşakkatli yollardan geçmişler, “ haydi silkelen ve çık Pokut’ a ” dedim. Yarıştan birkaç gün önce gördüğüm bir fotoğraf yüzünden çok sinirlenmiş ve üzülmüştüm. Muazzam gün batımını ve bulut denizini izlediğimiz yeri çöplüğe çevirip hiç acımamışlardı. İçim yanmıştı bu terbiyesizliğe, fütursuzluğa. Çıkmak isteyen böyle çıkmalı, bu zorluğu yaşamalı ki kıymetini bilmeli; bağlanmamalı yaylalar birbirine adı yeşil denilen bir yol ile dedim. Pokut’ a çıktığımda, evime çok zor geldim ama her şeye değersin dedim. Ağlattı güzelliği, sonra o gördüğüm fotoğrafta ki gibi olacak korkusu ile içim acıdı. Pokut’ ta parkurun evim bellediğim Plato’ da Mola’ nın yakınından geçmesi sanki Pokut tırmanışı yapmamışım, yarışa yeni başlayacakmışım gibi beni tazelendirdi. Pokut yolu boyunca birlikte ilerlediğim bir yol arkadaşım vardı; sen bayağı buralıymışsın hiç söylemiyorsun, fotoğrafını çekeyim sevdiklerin ile dedi. İyi ki de çekmiş, çok güzel bir hatıra bıraktı bana. Bu arada Pokut yaylası eylül ortası olmasına rağmen muazzam, günlük güneşlik bir manzara ile bizleri kucakladı. Yol arkadaşım Pokut’ tan sonra bir anda hızlandı ve kendisini finishe kadar hiç görmedim.
Pokut’ tan sonra tek başınalığım ve Hazindak Yaylası’n dan Palovit’ e kadar in in in bitmeyen bir parkur başlamıştı. Önümdeki gruba da yetişmek için on saat telefonuma hiç bakmayıp fotoğraf çekmemiştim sadece anın tadını çıkararak ilerledim. Sona kaldığım için bir yandan da kontrol noktalarında bana yiyecek-içecek kalmış mıdır diye düşünmeden de edemiyordum. Yanımda yiyecek taşımasam bile olurmuş, kontrol noktasındakiler ziyadesiyle yetermiş, gerçi zorunlu olarak taşımak gerekiyordu. Hazindak Yaylası yolu boyunca Özlem Tekin’ in “Dağları Deldim” şarkısını yüksek sesle dağlara doğru söylemek çok keyifliydi. Hazindak yolunda her gördüğüm çeşme ve şelalenin tadını çıkardım. Tarihi patika yolunda düşmüş bir ağacın üzerinden emeklerken, acaba doğru mu gidiyorum diye ürperirken etap işaretlerini görmek güven vericiydi. Ormanın içinden geçerken bir ses duydum; bastonu ile yaşlı bir amca otlara vurarak kendine yol açıp yürüyordu ve  kimdir o diye seslendi. Benim ben, koşuyorum diye yanıtladım. Haydi koş, gitti seninkiler, sonunculuğu kimseye kaptırma diye uğurladı beni. Büyük siyah bir hayvan pisliği görünce ayı olabileceğini düşünüp sese gelmez diye bir süre düdük öttüre öttüre ilerledim. Beni yolcu eden arkadaşlarımla ayı yemezse geleceğim diye nüktedan bir şekilde şakalaşırken yoksa gerçeğe mi dönüşecek diye düşünmeden edemedim.
Sanki bir ressam resim yaparken fırçasındaki fazlalığı püskürtmüş gibi; yemyeşil dağların arasına sonbaharın sarısı, kırmızısı ve turuncusu serpiştirilmişti. Bu renk geçişlerini, ağaçların toprağın yüzüne çıkan köklerini, damarlarını görmek, kuş sesleri ve buz gibi sular ile ilerlemek ne harika bir ultramaraton parkurunda olduğumu önüme seriyordu. Tepeden akan bir suyu kaya kesiyordu ve su aşağıya bir duş başlığından akıyormuş gibi düşüyordu. Suya baktım ve gel dedi; duş alıp yoluma devam ettim.
Palovit’ e varıyorum; şimdi de arnavut kaldırımlı git git git bitmeyen bir parkur beni bekliyordu. Yolda birkaç araç korna ile destek verince doğanın büyüsünden ayılıp yarışıyor olduğumun farkına vardım. Bu yola vardığımda yarışın bitmesine 1,5 saat vardı ve ambulans yarışı çoğunluğun bitirdiğini ve benim ambulansa binip sonlandırabileceğimi söyledi. Kendimi iyi hissettiğimi devam edeceğimi söyledim; aradan zaman geçti ambulans iki kere daha geldi. Herkesin yorgun olduğunu ve benim bitirmemi beklediklerini düşünerek koşmaya devam ettim; bu yarış sırasında üzerimde bir baskı hissetmeme sebep oldu. Ambulansı gönderdim çünkü zamanım bitmemişti ve kendimi iyi hissettiğime göre devam edecektim.
Bu dağları seviyorsan hakkını vermelisin diyordum; dağları tavaf ettim. Ayağımın altı su topladı, su çantamdan omzum tutuldu, bacaklarım morardı. Hissettiğim her acı, ağrı yaşadığım güzellikleri anımsattığı için değerli. İlk ultramaraton deneyimimden çok keyif aldım. Tutkun olduğum coğrafyada fazladan zaman geçirip görmediğim güzellikleri görmek istiyordum; fiziksel, zihinsel limitlerimi zorladım ve istikrarlı bir şekilde sonda başlayıp yarışı sonda bitirip isteğimi gerçekleştirdim. Fırtına deresinin buz gibi suyunda yorgun bedenimi canlandırdım, ilaç gibi geldi. Bu parkurlar hep zorluklar ile aşılsın, yol alınsın ki değeri daha da bilinsin. Başka yola gerek yokmuş, gördüm koştum bildim.

                                                                                                         

Kaçkar Ultra Maratonu 
16 Eylül 2017